İSTANBUL ÜMRANİYE 2018

Photo 20.11.2018 21 18 19

Ressam ve sanat kuramcısı Wassily Kandinsky, turuncu rengi, “güçlerinin farkına varmış bir insan gibidir,” diye anlatıyor. “Meleksi, yaşlı bir kemanın notası gibidir.” Bu renk, 2018’deki “Blade Runner 2048” filminde, filmin sinematografı John Deakins tarafından da ustaca kullanılmıştı. Filmi görenler hatırlayacaktır, ışığın efendisi olarak bilinen Deakins belli bir minimalizm içinde, siluetlerin dilini kullanarak geniş açılı nefis görüntüler elde etmişti. Yanılmıyorsam bu çabası ona Oscar ödülünü de getirmişti. Paylaştığım bu fotoğraf bana, naçizane, Blade Runner 2048’deki panaromik şehir görüntülerini anımsattı. Penceremdeki bu manzarayı bir daha bu kadar puslu ve bu kadar turuncu görmedim. Deakins’in çabasına karşılık, benimkisi, pencereden çekilen çoğu fotoğraf gibi bir “şans anı”ydı.

GRANADA ELHAMRA SARAYI 2016

Photo 1.09.2016 17 50 38

Jorge Luis Borges’in Elhamra Sarayı için yazdığı şiir şöyledir:
⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀
“Grata la voz del agua
a quien abrumaron negras arenas,
grato a la mano cóncava
el mármol circular de la columna,
gratos los finos laberintos del agua
entre los limoneros,
grata la música del zéjel,
grato el amor y grata la plegaria
dirigida a un Dios que está solo,
grato el jazmín.
Vano el alfanje
ante las largas lanzas de los muchos,
vano ser el mejor.
Grato sentir o presentir, rey doliente,
que tus dulzuras son adioses,
que te será negada la llave,
que la cruz del infiel borrará la luna,
que la tarde que miras es la última.”
⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀ ⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀ ⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀ ⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀
Borges’in de tavsiyesiyle, İspanyolca bilmeseniz de okuyun, bahçedeki suyun şırıltısı gibi hoşnutluk veriyor. Türkçe çevirisini de web’de aratınca bulmak mümkün ama doğru mudur, düzgün müdür bilemediğimden paylaşmadım. Fotoğrafı ise yakın zamanda çektim. ⠀

SANTANDER KATEDRALİ 2017

Photo 3.09.2017 09 55 55

“Ressam, iki gün boyunca, artık çoktan kararmış, aşınmış gümüş levhalar gibi süslenmiş, yüzeylerin ardına gizlenmiş neflerde, dehlizlerde dolaştırdı bizi. Yüzleri kırış kırış, aksak yürüyüşlü uşaklar eşlik etti bize. Kutsal eşyaların bulunduğu yerler ağzına dek, altınla, kurşun-kalay alaşımıyla, ağır sandıklar, değerli çerçevelerle doluydu. Duvarlar boyunca, camekânlar içinde, açık yaralarından koyu kırmızı kan damlacıkları sızan, doğal büyüklükte ermiş tasvirleri tepeden bakıyordu. İsa’lar, bacakları kandan kıpkırmızı, acıyla kıvranıyorlardı. Bir geç-Barok altın parıltısında, Etrüsk yüzlü melekler, Romanesk grifonlar, sütun başlıkları üstünde daha küçük başlıklar oluşturan Doğu’lu sirenler gördüm. Eski sokaklarda, kulağa şarkı gibi gelen adlarla büyülenmiş, dolaşıyordum: Rua da Agonia, Avenida dos Amores, Travessa de Chico Diabo…”
⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀
Fotoğraftaki mekan, İspanya’daki Santander kentinin katedrali. Bu tür mekanlar ister istemez bana hemen Umberto Eco’yu çağrıştırıyor. Böyle rutubet ve geçmiş kokan neflerin, dehlizlerin ve yontuların arasında dolaşırken sanki onun romanlarından birinin içindeymişim hissine kapılıyorum. Üstteki alıntı ise yazarın “Foucault Sarkacı” isimli romanından.

OSLO BYGDOYNESVIEN 2011 #2

Photo 28.08.2011 13 04 38 (1)

Zavallı sandal! Şu anda başka bir yerde olmayı sen de ister miydin? Başka bir yerde ve mümkünse başka bir zamanda: Mesela, …1876’da, Göksu’nun durgun sularında bir bayram gezmesindesin. Etrafın gül bahçeleri ve servi ormanları ile çevrili. Mor fesli bir beyzade, kayığı sana sürtünerek geçerken, sarı feraceli küçük hanımefendi için yazılmış bir aşk mektubunu gizlice içine bırakıyor. Beyaz helali gömleği ve çakşırı ile kürekçi, kafasını başka tarafa çevirip, ağzında eksik dişleri ile hınzır hınzır gülüyor. Gel gör ki daha sonra küçük hanımefendiyi başkasına veriyorlar. Mor fesli beyzademiz ise üzüntüsünden ince hastalığa tutuluyor ve hayatının geri kalanında bize katılamıyor. Şu yağmurun altında bir o tarafa bir bu tarafa savrulmaktan yeğ midir? Devam edeyim mi? Çok gevezeyimdir ben. En çok da korkumdan gevezelik ederim. Göksu’dan yüz yıl sonra, Sarıyer’de dişleri eksik bir balıkçının son umudusun. Balıkçı gün ağarmadan seninle birlikte boğaza açılıyor. Vira bismillah! Bugün voliyi vurdu, vurdu. Vuramazsa, karısı ve iki çocuğuyla birlikte kapının önüne koyuyorlar, kar kış demeden. Sandal da gidiyor elinden. Hayatı kayıyor. Her gün oluyor böyle şeyler. Buruk bir hikâye ve dişler hep eksik. [Duman Otel, İletişim Yayınları, 2017]

PARIS LATIN QUARTIER 2009

Photo 10.10

Paris’te, Latin Quartier, Latin Mahallesi. İsmini Latinlerden değil, yüzyıllardır ev sahipliği yaptığı Paris’in önemli üniversitelerinden alır. Üniversite hocaları ve öğrencileri Latince konuştukları için bu mahalleye Latin mahallesi dendiği söylenir. Burası için ayrıca şehrin kalbinin attığı yerdir derler. Buna rağmen Şanzelize, Opera ya da Louvre bölgesi gibi turist yumağı değildir. Bu mahalledeki kafelerde yerel insanlara, öğrencilere ve sanatçılara rastlamak hâlâ mümkün. Bu bölge elbette varoluşçu filozofların hüküm sürdüğü yıllarda Camus gibi Sartre gibi düşünürlerin, yeni dalga sinemacıların buluşma noktaları olan Cafe de Flore ve Les Deux Magots gibi kafeleriyle ünlendi. Fotoğrafta ise Paris’te yaşarken takılmayı sevdiğim Bar du Marche adındaki kafe var. Genelde kalabalık olan dört tane sokağın birleştiği yerde geleni geçeni izlemek için keyifli bir noktadır.
⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀
Sevdiğim bir arkadaşım bu fotoğrafı Edward Hopper’ın Nighthawks tablosuna benzetmişti. Haklıydı da, fotoğraftaki diziliş, turkuaz ve kırmızı renkler ve elbette gece hayatından bir kesit sunması Nighthawks’ı çağrıştırıyor. Öte yandan Walter Wells bu tabloyu, içerdiği izolasyon ve kesin ayrıklık hissine de dem vurarak “…tanrısız ya da manevi avuntusuz bir dünyada, en büyük geceye karşı (örn. ölüm) duran bir mabedi temsil ediyor,” diye açıklamıştı. Oysa Latin Mahallesi’nde izolasyon ve ayrıklık yoktur. Her şey birbirinin içine gönüllü bir tarzda karışmıştır ve buna ölüm de dahildir. ⠀

BODRUM TURGUTREİS 2015

Photo 23.09

1998’de John Berger’in, Müge Gürsoy Sökmen’in çevirisiyle Metis’den çıkan “Kral” adlı romanı. Anlattığı hikaye ve hikayeyi anlatış tarzıyla beni çok etkilemişti o yıllarda. Çöplük bölgesindeki bir gecekondu mahallesinde yaşayanların, Vica’nın ve Vica’ya aşık köpeği Kral’ın hikayesi. Bu fotoğrafı çekerken vizörümden gördüklerim bana hemen bu romanı hatırlattı. Her şeyden önce romanın kapağında da sudaki yansımasıyla müşerref olan bir köpek vardı. ⠀⠀

⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀
Nehrin öte tarafındaki otların üzerinde yatıyorum ve gecenin kaçı bilmiyorum.
Sen, Vica, sevgilim, dua kadar maviydin.
Arasında yatacağım kollar yok artık.
[Berger, Kral, Metis, s.184]

ANKARA KALEİÇİ 2008

Photo 3

Fotoğrafı Ankara Kaleiçi’nde çekmiştim. Kapıların eskiden daha keskin daha önemli bir işlevi vardı. Şehirlerin sadece adı kalan kapılarını geçtim, bizim mikro hayatlarımız için de önemliydi. Dış dünya ile evimizi kesin bir çizgiyle ayırırdı. Şimdi sosyal ve sosyal olmayan onlarca medya ile dış dünyada olup bitenler evin içinde de devam ettiğinden ve aynı yolla evin içindekiler de dışarıya yansıdığından kapılar bir nebze soluklaştı, transparan oldular. Aşağıdaki alıntı Dostoyeski’nin” Suç ve Ceza” romanından. Roman buna dikkat ederek okunduğunda, “kapı”nın ne kadar çok geçtiği, ne çok betimlendiği fark ediliyor:

⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀ ⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀
“Apartman kapısı önünde kararsızlıkla duraladı. Sırf durumu kurtarmak için sokağa çıkıp dolaşmak son derece iğrenç geliyordu; gerisingeri eve dönmeyi ise daha da iğrenç buluyordu. Kapı önünde amaçsız, kararsız öylece dikilirken; “Bu fırsatı sonsuza dek kaçırdım” diye mırıldandı. Sonra birden irkildi. Karşıda, iki adım ötesinde apartman kapıcısının, kapısı ardına kadar açık, yarı karanlık odası vardı; sağdaki sedirin altında gözüne parlak bir şey ilişmişti… Çevresine bakındı, hiç kimse yoktu. Ayaklarının ucuna basarak, iki basamak merdiveni inip kapıcının odasına vardı, duyulur duyulmaz bir sesle kapıcıya seslendi.”

IONIA MILETUS 2017

Photo 18

“Öğrenenler için yazılmış her felsefe tarihinde ilk söz konusu edilen, felsefenin, her şeyi suya bağlayan Thales’le başladığıdır. Bu durum felsefe için, öğretim programının beklediği saygıyı, ileri ölçüde olmasa da göstermeye çalışan bir öğrenci için cesaret kırıcıdır. Bununla birlikte, sözcüğün modern anlamıyle, bir filosof olarak değil, bir bilim adamı olarak Thales’e saygı duymamızı gerektiren büyük bir neden bulunmaktadır.
Thales Küçük Asya’da gelişen bir kent olan, içinde büyük bir köle nüfus barındıran, özgürleri arasında yoksul zengin çatışmasının yer aldığı Miletos’un yerlisiydi. Miletos’ta halk önce başarı kazandı ve soylu kişilerin karılariyle çocuklarını öldürdü. Sonra, soylu kişiler egemen olup karşıtlarını diri diri yaktılar, kent alanlarını canlı meşalelerle aydınlattılar. (Rostovtseff, Eski Dünyanın tarihi, c. 1, s. 204) Thales zamanına benzer koşullar, Küçük Asya Grek kentlerinin çoğunda görülmüştür.”
⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀
Bertrand Russell’in meşhur “Batı Felsefesi Tarihi”de Thales’i anlattığı bölüm böyle başlar. Felsefeyi başlatan Thales’in kenti olan Miletos’un topraklarımızda bulunması büyük bir nimettir. İyi korunmuş kentin başıboş bir harabe gibi çorak bir ovanın ortasında kimsesiz ve ilgisiz bırakılması ise başka bir fotoğrafın başka bir yazının konusu.

İSTANBUL BOĞAZI 2008

Photo 23.02.2008 15 09 44 (1)

“Kürekleri bırakınca, fırtınanın sesini duyuyorum: Rüzgârın uğultusudur o, martı çığlığıdır ve gemi düdüğüdür. Bütün bunlar birleştiğinde kulağınıza saldıran o korkunç haykırıştır. Kocaman bir dalga, sandalı şöyle bir yoklayınca, boş lakırdılarla hiç oyalanma Emin, diyorum kendi kendime. Ağır çuvalı, bir yandan da sandalı dengede tutmaya çalışarak, denize iteliyorum. Çuval hemen batmıyor, zalim. Batışını illa izletecek bana. Boş bir intikamın peşinden koştuğumu, zaafımı, günahımı ve tarihin tekerrürlerini hatırlatacak. Bir yarayı kapatmak için açtığım başka yaraları gösterecek. Kumaş önce şişiyor, kabarıyor. Dalgaların arasında debelenen, can çekişen hastalıklı bir kaplumbağaya benziyor. Sonra, ruhu bir şey tarafından çekilmiş ya da kendiliğinden uçup gitmiş gibi, içinde yatan bedenin şeklini ele verecek biçimde büzüşüyor. Çuvalın içinde bir insan evladı, ana rahminde gibi bacaklar karında toplanmış, eller çenenin altında son duasını eden bir Hıristiyan gibi birleşmiş, kuzu kuzu yatıyor.” [Duman Otel, İletişim Yayınları, 2017]

PARİS METRO 2009

Photo 27.09

David Hume, algı duyumlarını izlenimler ve ideler olarak ikiye ayırır. Ona göre ideler; düşünce ve zihin içerikleri, izlenimler ise duyu deneyleri ve algı içerikleridir. Yani, bir insan bir şey düşündüğünde, hayal ettiğinde ya da anımsadığında bu faaliyetlerin içerikleri idelerdir. Ama bir şeyi gördüğünde veya işittiğinde, bu algılama faaliyetinin dolayımsız nesneleri izlenimler olur. İkisi arasında zihnimiz açısından fark şudur: İdeler soluk ve zayıf, izlenimler ise güçlü ve canlıdır. ⠀

Ben bir fotoğraf karesinin bunu tersine çevirme gücüne sahip olduğunu düşünüyorum. Bakmak, bakışmak bir iletişim yoludur. Bakmamak, bakışmamak da öyle. Buradan yola çıkarak, fotoğrafın çekildiği anda reklam panosundaki kadının (daha doğru bir betimlemeyle kadın “resminin”) oturan kadına baktığını, oturan kadının ise reklam panosundaki kadına bakmadığını söylemek biraz saçma olurdu. Ancak bu an, bir fotoğraf karesine dönüştüğünde bu iki kadın “resminin” (oturan kadın da bir “resime” dönüşmüştür artık) bizim de fotoğrafa bakarak dahil olduğumuz bir üçgende birbirlerine bakarak ve bakmayarak bir iletişim kurduklarını ve bu iletişimin bize bir şeyler anlattığını söyleyebiliriz. Bir fotoğraf karesine baktığımızda ideler güçlü ve canlı, izlenimler ise idelere kıyasla soluk ve zayıftır.
⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀
Fotoğrafı Paris’te, Chaussee d’Antin – La Fayette metro durağında çekmiştim.